12 EYLÜL ANILARI -1
Günlerden 27 ocak 1982 bir kış günü. Elbistan, Ceyhan nehrinden yükselen buharların bıyıklarımızda donduğu, yürürken buzlarda kaymadan yürümeye çalıştığımız bir günün telaşı içindeyiz. 12 Eylül faşist cuntasının yarattığı kaos ortamında her an göz altına alınabileceğimiz tedirginliği ile yaşamımızı sürdürme gayretindeyiz. Akşam saat 8 sıralarında Gecekondu evleri arasında dolaşırken sivil polis aracının dolaştığını fark ederek, görünmemek için yönümü değiştirdim. Bu arada kimi aradıklarını da merak ettiğim için uzaktan gözlemeye başladım. Garip bir his le beni aradıkları duygusuna kapıldım. Ara sokaklardan fazla göze görünmeden şehir merkezindeki kendi evime doğru yürüyerek gitmeye başladım. Evimin yakınına geldiğimde, evimin etrafının çevrildiğini ve mahalle muhtarı, karakol bekçisi ile bir polis timi nin evi sardığını gördüm. Polisin beni bu şekilde aramasını gerektirecek biçimde suçlu olduğuma anlam veremiyordum. Çünkü ben ne cinayet işlemiştim ne de herhangi bir çatışmaya girmişliğim var. Eve gitmezsem, hane halkına eziyet edebilirler düşüncesiyle kaçıp izimi kaybetme fikri arasında bir süre gidip geldim. Benim yüzümden annem, eşim ve çocuklarımın eziyet görmelerine gönlüm razı gelmediği için, eve gitmeye karar verdim. Rahat bir eda ile eve doğru yürüdüm. Beni gören polisler bütün silahlarını bana yönelterek, dur! Kimsin! Diye ikaz ettiler. Adımı söyleyerek evime geldiğimi ve onların benim kapımda ne aradıklarını sordum. Hemen beni ablukaya alarak, evi arayacağız deyip, benimle içeriye girdiler. Evi talan edercesine dağıtarak aramaya başladılar. Bu arada evdekilerin özellikle çocukların o, korkuyla neler olup bittiğini anlamaya çalışan ürkek bakışlarını hiç unutmuyorum. Bu korkuyu çocuklarıma yaşatan devletin benin devletim olduğu konusunda hala ikna olmuş değilim. Aramalar bittikten sonra beni karakola götüreceklerini söylediler. Geri dönemeyeceğimi bildiğim için, beni soğuktan koruyacak kalın giysilerimi giydim ve evdekilerin ürkek, üzgün ve sonu belirsiz bir yola gittiğimi çaresiz izleyişleri eşliğinde ilçe jandarma karakoluna doğru yola çıktık.
İlçe jandarma komutanlığı binasına geldiğimizde saat gece yarısı olmuştu. Benimle birlikte oraya getirilen başka insanlar da vardı. Aralarında tanıdığım kimse yoktu. Bizi bir merdiven boşluğuna tıkıştırdılar. Normalde 5-6 kişinin oturarak ancak sığabileceği bu yere tam 17 kişi yerleştirdiler. Tavanı alçak olduğundan ancak oturarak ve birbirimize sokularak yerleşmeye çalışıyorduk çaresiz. Kimliklerimizi toplayıp gittiler. Sabaha kadar o şekilde bekledik. Sabah mesaisi başladığını kapı ve askerlerin koşuşturmalarından anladık. Mesai ile birlikte ilçe jandarma komutanı bizi teker, teker sorgudan geçirdi. Ancak bizi ilçede mahkemeye yollamayacağını biliyordum. Bizi Maraş sıkıyönetim komutanlığı sorgulayacaktı. İlk sorgu ve liste oluşturulduktan sonra yemek molası verildi. Dışarıda bizim akıbetimizi merak eden yakınlarımız beklemekteydi. Eniştemin getirdiği dürüm ve ayranı yerken bir taraftan da bundan sonra neler olabileceğini düşünüyordum. Öğleden sonra saat 16.00 da askerler bizi dışarıya çıkarıp sıraya dizdiler. Bu arada bizi bekleyen yakınlarımızla göz göze işaretlerle anlaşmaya çalışıyorduk. Çünkü yaklaştırmıyorlardı. Biraz ötede bekleyen 302 mercedes bir otobüse binmemizi ve Maraş’a götürüleceğimiz söylendi.
Beni nelerin beklediğini bilmediğim bir tedirginlikle, 4-5 saat süren bir yolculuktan sonra, Maraş kız öğretmen okulunun önünde duran otobüsten diğerleriyle birlikte indirdiler ve sıraya girmemizi istediler. Dış kapıdan sıra halinde okulun bahçesine giriş yaptık. Bizi getiren görevli askerler buradaki sivil kişilere tutanakla teslim ettikten sonra ayrıldılar. Artık yeni kişilerin elindeydik. Bu kişilerin bize yaklaşımı çok sert ve düşmanca idi. Hemen etrafımızı sardılar. Ellerinde kirli bezlerle yaklaşan birisi adımı sorarken gözlerimi elindeki bezle bağlamaya başladı. Artık hiçbir şey görmüyordum ve dünyam gerçek anlamda kararmıştı. Birisi kolumdan tutarak beni bilmediğim bir yere doğru götürmeye başladı. önümde merdiven olduğunu söyleyerek dikkat etmemi isteyen görevli beni seslerin yankılandığı bir geniş salona götürdü. Olduğum yerde durmamı söyledi. Nerede olduğumu merak ediyordum. Ellerimle çevremi kontrol ederken, yuvarlak bir demir direğe dokunduğumu fark ettim. Bağlantılarıyla birlikte bir idam sehpasıymış hissi uyandırdı bende. Belirsiz bir korkuyla irkildim. Biraz toparlanmaya çalışarak yorumlamaya başladım. Olamazdı. Sorgulamadan yargılamadan yapamazlardı, aklımdan geçen kötü senaryoyu diye düşündüm. Biraz sakinlemiştim. Daha sonra o demir direğin, okulun basketbol sahasının pota direklerinden birisi olduğunu anlayana kadar tedirginliğim geçmemişti. Salondan uğultulu sesler, ara sıra küfürler geliyordu ama ne olduğunu anlamak imkansızdı.çünkü gözlerim kapalıydı. Neye mal olursa olsun etrafımda neler olduğunu görmek istiyordum. Bu bilinmezlik beni kahrediyordu. Ellerimle göz bandımı yukarı doğru biraz sıyırdım. Aynı anda ense köküme şiddetli bir tokat darbesiyle yere yıkıldım. Görevli hem vuruyor hem de ağza alınmayacak küfürler ediyordu. Görevlinin tokadından ve küfründen çok, o kısacık zaman aralığında gördüklerimden dehşete kapılmıştım. Salonun iç çevresini kuşatmış ellerinde otomatik G3 silahlarla askerler dört köşeyi tutmuşlar. Salonun ahşap parke zemininde oturan 7-8 kişi yorgun ve perişan durumda. 3-4 kişi ayakta ileri geri yürüyorlar ama dokunsan yıkılacak derece bitkinlikleri durumlarından belli oluyordu. En korkunç görüntü bu ayaktakilerin sırtına yapıştırılan yafta.! O yaftada şunlar yazılıydı. “DURMAK, OTURMAK, KONUŞMAK, YEMEK, İÇMEK YASAK!”. Bu yazılan kelimeler sanki birer kurşun olup beynime saplanmıştı. Bu görüntünün yarattığı korku ve dehşet, bana vurulan tokatların acısını unutturmuştu. Biraz duraklayan bu kişiler görevli askerler veya sivil polisler tarafından küfürle karışık sert bağırışlarla ikaz ediliyorlardı. Daha sonra bu kişilerin işkence ve sorgularda konuşmadıkları ve bilgi vermedikleri için cezalandırıldıkları ve sırtlarına bu yaftanın asıldığını öğrendim. Bu durum bende hem onların direnişine saygı hem de bende direnme gücü yaratmıştı. Zaman ilerledikçe salonda hava soğumaya başladı. Üzerimdeki giysiler kalın da olsa yetersiz gelmeye başlamıştı. Çünkü salonun kalorifer peteklerinin tümü sökülmüştü. Mevsimim kış olmasına ve dışarıda her tarafın buz tutmuş olmasına rağmen bu petekler sökülmüştü. Sadece yukarı katlara sıcak suyu taşıyan borular mevcuttu. Bu boru lar da salonun iki yerinde mevcuttu. Ancak iki elimizle bu boruları kavradığınızda sadece ellerimizi ısıtabiliyorduk o da sırayla. Ama sessizce ve görevlilere mümkün mertebe çaktırmadan. Bu arada salonun yan tarafında bulunan sporcu soyunma odalarından küfürler, çarpma sesleri ve acı çığlıklar duyuluyordu. Bu sesler ayniyle beynimin içinde yankılanıyordu. Soyunma odaları birer sorgu ve işkence odasına dönüştürülmüştü. Burası daha sonraları Diyarbakır zindanlarıyla birlikte işkence konusunda dünyada ve Türkiye de nam salmıştır. Sorgucular görevlerini gece yapıyorlardı. Gündüzleri genelde rutin bürokratik işler yapıyorlardı. Önemli sorguları gecenin geç saatlerine denk getiriyorlardı. Her örgüt için ayrı sorgu TİM’leri oluşturulmuştu. Her tim kendi konusuna hakim ve sorgulayacağı örgütün politik yapısından tutun örgütlenme biçimine kadar tüm konularda özel eğitimle donanmış uzman polislerden oluşturulmuştu. 12 mart darbesinde olduğu gibi “sosyoloji ders kitabını, sosyalizmin eğitim kitabı ya da Karl Marx’ı kıral markiz olarak yorumlayan polislerden eser yoktu. Kısaca bu sefer işimiz hayli zordu. Beni ne zaman sorguya alacaklar, nasıl sorgulayacaklar, ne soracaklar, hangi tür işkence uygulayacaklar ve bunun gibi sorulara kafamda bir cevap bulmaya çalışırken, benden önce getirilenlere yapılan işkence sesleri ve acılı çığlık sesleriyle beynim uğulduyordu. Uykusuzluk bir taraftan, açlık bir taraftan, yaşam konusunda belirsizlik ve tanıdık kimler var merakı bir taraftan, kısaca cevapsız kalan sorularla uğraşırken, yüksekteki pencerelerden sızan ışıkla sabah olduğunu anladım. Daha bana sorgu sırası gelmemişti. Sorguya aldıkları ve işkence ettikleri devrimcileri tekrar salona bırakıyorlardı. Sorgusu bitmeyenleri koğuşlara götürmüyorlardı.
Sorgucu polisler iki vardiya çalışıyordu. Vardiya değişimi ve yemek saatlerinde sorgulama duruyordu. Bizlere, salonda kaldığımız süre kaç gün olursa olsun, sorgulama bitene kadar su ve tuvalet dışında hiçbir şeye izin yoktu. Öğleden sonra saat üç sıraları, bir görevli ismimi söyleyerek bana doğru geldi. Ense kökümden tutarak ve eğilmemi hem söyleyip hem bastırarak göremediğim ama sorgu odası olduğundan emin olduğum bir odaya götürdü. İçeride beni orta yerde durdurdu. Orda bulunan ikinci kişi, güçlü olmaya gayret eden ve tok bir ses tonu ile,
–Hoş geldin Süleyman Deprem!
–artık burada başbaşayız! Ya adam gibi sorduklarımıza doğru cevap vereceksin. Efendi, efendi çekip gideceksin. Ya da; ….. sözün sonunu getirmeden bir elindeki sopayla diğer avucuna vurarak şaklatmaya başladı. Ben gözlerim hala kapalı durumda;
–ne konuşmamı istiyorsunuz? Daha buraya niçin getirildiğimi bilmiyorum. Ben yasa dışı bir şey yapmadım. Dememle birlikte çenem den güçlü bir yumrukla sarsıldım.
—Orospu çocuğu! Biz seni Cami avlusundan mı getirdik? Pis vatan haini! Kafamı bozma seni kötürüm yaparım.!
Cevap vermeye çalıştıysam da, artık beni dinlemiyor ve vurmaya devam ediyordu. Sopayı bıraktı ve
–soyun ulan! Diye bağırdı.
Soyunmak istemediysem de zorla beni çırılçıplak soydular. Gözlerim bağlı olduğu için neler yaptıklarını veya neler yapacaklarını bilmediğim için nerden ne tür bir darbenin geleceğine kestirememenin tedirginliği içindeyim. Beni duvar dibine doğru iteklediler. Ardından bir su musluğu açılması sesiyle beraber çıplak vücuduma yüksek tazyikli su sıkmaya başladılar. Gün 29 ocak ve dışarıda hava -15 derece. Yerler buz tutmuş. Akşamdan bu yana içerde bile soğuktan kıvranırken, çıplak bedenimde soğuk suyu hissedince neye uğradığımı şaşırdım. Suyun soğukluğu bir taraftan perişan ederken, kalın siyah hortumuyla yüksek basınçla püskürtülen suyun tazyiki, vücudumda ağır baskı yaratıyordu. Dayanılmaz soğuk ve acı hissediyordum. Nefesim kesiliyordu. Bu durumdan çok tedirgin olduğumu da his ettirmek istemiyordum. Çünkü; hangi uygulamadan çekindiğimi anlarlarsa onu daha çok yapacaklarını biliyordum. Tüm gücümü ve irademi kullanarak bu durumdan fazla etkilenmemiş hissini vermek için, ellerimle yıkanıyormuş gibi yaparak göğsümü ovaladım. Bu durum işe yaramış olacaktı ki,
–Burasını ananın hamamı mı sandın lan! eşek oğlu eşek! Diyerek hortumu yere bıraktı. Beni çok rahatsız eden bu saldırıyı savuşturmuştum. Ardından ne geleceği meçhuldü. Hala çıplaktım ve çok üşüyordum. Bir süre sonra giyinmemi emrettiler. Dişlerim takırdıyor. Titremelerimi kontrol edemiyordum. Bir an önce giyinip bir nebze soğuktan kurtulmak için telaşla giyindim. Sanırım birinci işkence ve sorgu safhası bitmişti. Ben giyinirken sorgucular odayı terk etmişlerdi. Giyinmek için gözlerimi açmam gerekliydi. Ancak sorgucularım kendilerini tanımamam için odadan çıkmışlardı. Giyindikten sonra kapıdan bir ses,
— giyindiysen yüzünü duvara dön! Diye gürledi. Ardından gelerek arkadan tekrar gözlerimi bağladı. Beni salona götürüp itekleyerek bıraktı. Her hareketleri ve yaklaşımları, aşağılama küçümseme ve ağza alınmayacak küfürler içeriyordu. Onların gözünde bir insan, bir baba, bir anne veya bir değer taşıyan kişi olarak hiçbir şey ifade etmiyorduk. Hırsızlık, dolandırıcılık, zina ve tecavüz suçlarından alınan tutuklulara gösterilen hoşgörü bize gösterilmiyordu. Birer kişisel hasım, kan düşmanı muamelesi görüyorduk. Zanlı veya “suçlu”lara , bir devlet kurumunun göstermesi gereken sorgulama kurallarından çok, kuralsız bir çetenin sorgulama yöntemi uygulanıyordu. Kesinlikle vatandaş muamelesi görmüyorduk.
İki gün olmuştu geleli. Hiç yemek vermediler. Karnım aç. Soğuk su sıkıldığı için giyinmiş olmama rağmen çok üşüyordum. Vücudum normal ısısına kavuşmamıştı hala. Gözlerim kapalı el yordamıyla kalorifer tahliye borusunu aradım. Hiç olmazsa ellerimi, sırtımı ısıtır umuduyla boruya yapıştım. Zamanla biraz da olsa vücut ısım normale dönmüştü ama açlık ve uykusuzluk beni zorluyordu. 8 gün 8 gece böyle devam etti. Sekizinci gün ben artık açlık,uykusuz luk ve yorgunluktan bitkin düşmüştüm. Yığılmış yerde yatıyordum. Gündüz benim bu halimi gören asker, sorgucu polislere durumu bildirmiş onlarda numara yapıyor olabileceğimi düşünerek beni kaldırmak için zorladılar ve karnıma iki tekme vurarak uyarmak istedilerse de canımı dişime takarak tepki vermedim. Gerçekten hasta olduğuma kanaat getirip öyle bırakmışlardı. Akşama doğru mesai bitmek üzere iken, koğuştan sorgu için sabah getirilen tutsaklar tekrar koğuşa götürülmek üzere sıraya dizilmeleri talimatıyla toparlandılar. Onlara imreniyordum. Çünkü koğuşta dinlenebilecekler. Yemek yiyebilecekler. Orda ki devrimcilerle sohbet edebileceklerdi. Bu arada polisler den birinin, “hasta biri vardı, deprem miydi kimdi” diyerek seslendiğini duydum. Umutlanmıştım. Beni de koğuşa götüreceklerdi. Ama ayağa kalkıp benim diyemezdim. Numara yaptığım anlaşılır koğuşa götürmekten vaz geçerler diye hiç kımıldamadan bekledim. Beni kaldırıp koğuşa götürülecek diğer arkadaşlarla sıranın en sonuna yerleştirdiler. Tekrar göze çarparım, beni geri çevirirler düşüncesiyle sıranın arasına girdim.
Bizi koğuşa sıra halinde götürürlerken, 30-40 metre uzaktan asker karavanasının (lahana kapuska) kokusu açlığımın etkisiyle sevmediğim halde müthiş cezp edici şekilde geliyordu. Koğuşun kapısından içeri girdiğimizde, göz bantlarımızı çıkarıp çıktılar. Tüm tutuklu arkadaşları görünce kendimi daha “özgür” ve rahat hissetmiştim.
Süleyman DEPREM